29 Aralık 2012 Cumartesi

BATI ORTAÇAĞI



(…..)
Tek bir ortaçağ yok, ortaçağlar var. Toplumlar eşit ve benzeri süreçlerden geçmemiştir. Toplumları geniş şemalar halinde ele alan homojen zaman çizelgeleri sosyal ve ekonomik tarihin en önemli noktalarını gözden kaçıracaktır. VIlI. yüzyılda İslâmın yükselişe geçtiği dönemlerde Latin Batı’da bir bozgunun devir teslimi yapılıyordu. Germanik barbar halkların tozu dumana kattığı ortamda Roma’nın yıpranmış doğal haritasını yenisiyle değiştirmek asırlar sürecekti.

Ortaçağların yalnızca ruhani iktidarların ve dünyevi otoritelerin gölgesi altında geçtiğini düşünmeyelim. Toprağa bağlı geleneksel kasaba yaşamında mutlak bir denetimin olmayacağı açıktır. Evrensel amaçlar peşinde koşan Kilise ile bağımsız orta sınıfların keskin mücadelesi siyasi tarih açısından incelenmeye değerdir. Örfi hukukun çatısı altında meşruiyet, laik siyaset ve parlamento gibi kavramlar yavaş yavaş belirginlik kazanıyordu. Feodal yapı ve kurumların ‘geri ve durağan’ gibi sıfatlarla geçiştirilmesi Batı toplumlarının önemli bir aşamasını gözden kaçırmamız demektir.

Ortaçağ, antikçağların güçlü bir yorumcusu ve modern bilimlerin kurucusudur. Modern bilim ve felsefenin kökenleri XV. ve XVI. yüzyıl İtalyan Rönesansı ile anılmaya değer olsa da, “yeniden doğuş” XII. ve XIII. yüzyıllarda Paris, Oxford, Cambridge, Bologna, Padua gibi şehir merkezlerinde lonca halinde teşkilatlanan üniversitelerde gerçekleşti. İslam bilginleri Kahire, Bağdat, Şam, Endülüs okullarında teoloji, metafizik, mantık, tıp, astronomi, cebir, geometri, gramer dersleri veriyordu. Toledo’daki çeviriler sayesinde farklı diller ve kültürler kaynaşmıştı. Hem Hıristiyan Batı’da, hem İslam Doğusunda birbirinden son derece farklı mezhep, akım ve düşünce sistemleri içiçe örülüyordu. Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinlerı ilk defa uygarlığın gerçek bir taşıyıcısı ve aktarıcısı rolüne bürünmüştü.
(….)
Taşkın Takış

O çağı yaşayan İtalyanlar’ın Trecento ve Quattrocento (Bin üç yüzlü ve bin dört yüzlü yıllar) olarak adlandırdıkları değişim ve dönüşüm dönemi, XIX. yüzyılın mistik Fransız tarihçisi Jules Michelet’nin kalemiyle Rönesans olarak vaftiz edilecektir. Ölümü içselleştirme çabası içinde her yerde ölüm ve yeniden doğum gören Michelet, devasa eseri Fransa Tarihi’nin VII. cildine La Renaissance başlığını uygun görmüştür. O zamana kadar duyulmadık bu adlandırma, Michelet’nin açısından ölmüş bir dönemin canlanmasını ifade etmektedir. O çağı yaşayanlar da bunu aynen böyle hissetmişlerdir. Nitekim o çağın insanlarından biri, Rönesans döneminin bir İtalyan rahibi, kendi çağıyla Antikite arasında yer alan dönemi bir ara dönem, hatta olmaması gereken bir dönem olarak görerek, ona Medio Evo (Ortaçağ) adını vermiş, böylece onu ötekileştirmiştir.

Mehmet Ali Kılıçbay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder