(…..)
Tek
bir ortaçağ yok, ortaçağlar var. Toplumlar eşit ve benzeri süreçlerden
geçmemiştir. Toplumları geniş şemalar halinde ele alan homojen zaman
çizelgeleri sosyal ve ekonomik tarihin en önemli noktalarını gözden
kaçıracaktır. VIlI. yüzyılda İslâmın
yükselişe geçtiği dönemlerde Latin Batı’da bir bozgunun devir teslimi
yapılıyordu. Germanik barbar halkların tozu dumana kattığı ortamda
Roma’nın yıpranmış doğal haritasını yenisiyle değiştirmek asırlar
sürecekti.
Ortaçağların
yalnızca ruhani iktidarların ve dünyevi otoritelerin gölgesi altında
geçtiğini düşünmeyelim. Toprağa bağlı geleneksel kasaba yaşamında mutlak
bir denetimin olmayacağı açıktır. Evrensel amaçlar peşinde koşan Kilise
ile bağımsız orta sınıfların keskin mücadelesi siyasi tarih açısından
incelenmeye değerdir. Örfi hukukun çatısı altında meşruiyet, laik
siyaset ve parlamento gibi kavramlar yavaş yavaş belirginlik
kazanıyordu. Feodal yapı ve kurumların ‘geri ve durağan’ gibi sıfatlarla
geçiştirilmesi Batı toplumlarının önemli bir aşamasını gözden
kaçırmamız demektir.
Ortaçağ,
antikçağların güçlü bir yorumcusu ve modern bilimlerin kurucusudur.
Modern bilim ve felsefenin kökenleri XV. ve XVI. yüzyıl İtalyan
Rönesansı ile anılmaya değer olsa da, “yeniden doğuş” XII. ve XIII.
yüzyıllarda Paris, Oxford, Cambridge, Bologna, Padua gibi şehir
merkezlerinde lonca halinde teşkilatlanan üniversitelerde gerçekleşti.
İslam bilginleri Kahire, Bağdat, Şam, Endülüs okullarında teoloji,
metafizik, mantık, tıp, astronomi, cebir, geometri, gramer dersleri
veriyordu. Toledo’daki çeviriler sayesinde farklı diller ve kültürler
kaynaşmıştı. Hem Hıristiyan Batı’da, hem İslam Doğusunda birbirinden son
derece farklı mezhep, akım ve düşünce sistemleri içiçe örülüyordu.
Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinlerı ilk defa uygarlığın gerçek bir
taşıyıcısı ve aktarıcısı rolüne bürünmüştü.
(….)
Taşkın Takış
O
çağı yaşayan İtalyanlar’ın Trecento ve Quattrocento (Bin üç yüzlü ve
bin dört yüzlü yıllar) olarak adlandırdıkları değişim ve dönüşüm dönemi,
XIX. yüzyılın mistik Fransız tarihçisi Jules Michelet’nin kalemiyle
Rönesans olarak vaftiz edilecektir. Ölümü içselleştirme çabası içinde
her yerde ölüm ve yeniden doğum gören Michelet, devasa eseri Fransa
Tarihi’nin VII. cildine La Renaissance başlığını uygun görmüştür. O
zamana kadar duyulmadık bu adlandırma, Michelet’nin açısından ölmüş bir
dönemin canlanmasını ifade etmektedir. O çağı yaşayanlar da bunu aynen
böyle hissetmişlerdir. Nitekim o çağın insanlarından biri, Rönesans
döneminin bir İtalyan rahibi, kendi çağıyla Antikite arasında yer alan
dönemi bir ara dönem, hatta olmaması gereken bir dönem olarak görerek,
ona Medio Evo (Ortaçağ) adını vermiş, böylece onu ötekileştirmiştir.
Mehmet Ali Kılıçbay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder