Masaya
oturalı ve yanaklarıma yanaklarını değdirerek beni yabancı birisi gibi
öpeli kırk beş dakika olmuştu. Bir devreye dört gol sığdırmıştı yirmi
iki kişi, başımızın hemen üzerindeki televizyonda oynanan maçta ancak
biz iki kişi hepi topu on kelime dahi etmemiştik. Senkronize susuyorduk.
Kaşıkla bir yandan daireler çizerken masanın üzerinde, bir yandan da
soğuyan çayını içmeye devam ediyordu inatla. Kafasını kurcalayan bir
mevzu vardı apaçık. Çünkü çay soğukken bir boka benzemezdi. Hiç
çalışmadığı, ertesi günkü sınavı için "Ne bok yiyeceğim lan ben?"
düşünceli öğrenci kıvamındaydı yüzü, ancak öğrencilik sekiz sene
öncesinde kalmış, otuz yaşında koskoca kadındı karşımdaki. "İyi misin?"
dedim, sadece sustu. Ben de sustum sonra. Beş dakika sonra "Ben
yapamıyorum." dedi. Ölümünü bekleyen kanserli bir hasta gibi bu mutlak
sonu bekliyordum aylardır. Sonunda iki kelimeyle dört senenin ipini
çekmişti. Aynı soğukkanlılıkla "Peki." dedim ben de. Çünkü erkek dediğin
ağlamamalıydı bir kadının karşısında. Erkek dediğin son noktayı
koymalıydı ama onu bildim bileli o hep erkek gibi bir kadındı. "Neden
diye sormayacak mısın?" dedi, "Hayır, gerek yok." dedim. "Senin için
çoktan bitmiş demek ki!" dedi, "Siktir lan!" diyemedim, sustum. İçime
doldu bütün küfürler, sustum ve kendi kendimi zehirledim. Bardakta kalan
son yudumu da götürdü dudaklarına, ayağa kalktı ve elini uzattı. "Hoşça
kal" dedi. Teşekkür ettim ve usulca gidişini seyrettim. Sonra ne mi
oldu? Bir çay daha söyledim kendime sonra aynı bardağa iki sigara eşlik
etti. Erkek adam ağlamazdı hani, ortada erkeklik yapacak bir durumda
yoktu artık. Ağladım...
Oğuz Bal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder